2 Kasım 2007 Cuma

“AVRUPA’NIN SINIRLARI” – Kavramsal Çerçeve

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci yakın geçmişte dönem dönem gündeme gelmiş olan “Avrupa’nın Sınırları”nı farklı boyutlarıyla yeniden zihinlere taşıdı.

“Avrupa’nın Sınırları” kaçınılmaz olarak Avrupa merkezli bir tematik başlıktır.Ancak aynı zamanda bu tema ironik bir biçimde bize sadece “Avrupa’nın Sınırları”nı değil, bu Avrupa merkezli bakış açısını da eleştirel olarak sorgulama fırsatı tanır.

Sınır salt coğrafi olanla değil, politik, zihinsel, psikolojik, kültürel ve sanatsal çağrışım alanlarıyla da ilişkili bir kavramdır. Aslında sınırlar bizim onları algılayışımızla varolurlar. Bu algılayış yoğun bir biçimde önyargılarımızla, kabullerimizle yoğrulmuştur. Sınırdan sözediyor olmak, sınırın iki tarafında yer alan ve ‘biz’den ayrılan bir ‘öteki’nin varlığının kabulünü kaçınılmaz kılar. Her türlü sınır oturduğu bağlamda, ‘bu taraf’takilerin kendilerini ‘karşı taraftaki ötekiler’ üzerinden tanımlamasını getirir.

Kendimizi salt sınırların bizden ayırdığı ötekiler üzerinden tanımlamanın ötesine geçebilmek ya da en azından böyle bir çaba göstermek, belki de gerçek anlamda kültürel ve sanatsal işbirliğinin ilk adımıdır. İşte İstanbul Kültür Forumu, “Avrupa’nın Sınırları” temasını bu bağlamda bir fırsat olarak değerlendiriyor.

Böyle bir paradigma değişikliğine giden yol belki de, farklılıkları sınır olarak nitelemekten ziyade geçiş ve girişim bölgeleri, kültürlerin birbirlerine aktıkları bölgeler olarak değerlendirmek, sınırları aşmak yönünde bir sorgulamadan geçiyor.

Bu tür bir sorgulama kaçınılmaz biçimde karşılıklı anlama (anlayış veya tolerans değil), toplumlararası diyalog, gibi bir çok temayı hem kuramsal açılımları hem de uygulamadaki örnekleriyle karşımıza çıkartıyor, çağrışım alanları açıyor.

Ancak tüm bunlar sadece ‘büyük’anlatılar, iddialı politik yaklaşımlar üzerinden yapılmaya çalışılarak, birbiriyle yüzeysel bir uyum ya da anlaşma izlenimi uyandıran söylemlerin retoriğinde (belagatinde) boğulmamalı.Çünkü kültür ve sanat, sadece politik ve ekonomik tartışmaların, gerektiğinde destek alınan, soyut bir argümanı değildir. Gündelik yaşamımızın da temel bir bileşenidir. Herkes, ‘büyük’, ‘çok önemli’ politik konularla uğraşmak, tek bir kararla dünyayı değiştirmek ‘iddia’sına ve fırsatına sahip olmayabilir. Ancak herkesin, kendisinin baş aktörü olduğu bir gündelik yaşamı mutlaka vardır. Kültür ve sanatın gücü de bu gündelik yaşama kaçınılmaz sirayetinde, onun temel bir bileşeni olarak toplumsal yaşamda kendini var etmesinde yatar.

Avrupa’nın Sınırları ifadesinde içkin olan Avrupa merkezli bakış açısını sorgulamak, bize onun Avrupa ve ‘ötekileri’nin ilişkilerindeki ipoteğine de eleştirel yaklaşma olanağı verir. Bu ipotek toplumlar ve kültürlerarası diyaloğun doğasını da etkilemektedir.

Gerçek bir diyalog sadece birbiriyle konuşmak ya da karşılıklı olarak uyumlu ve ortak olan konuları dile getirmekten ibaret değildir. Diyalog aslında, farklılıkları içtenlikle ve hiçbir çekince olmadan ifade etme fırsatı ve hakkı tanımalıdır. Bir ‘tolerans’ çerçevesinde değil, anlama ve eşdeğer konumların kabulu bağlamında yer alır. Bu nedenle gerçek bir diyalog sadece, değişime ve evrilmeye eğilimi ve iradesi olan açık sistemler arasında olanaklıdır. Bu nedenle kültür sanat alanı doğası gereği en etkin diyalog ortamıdır.

İstanbul Kültür Forumu, “Avrupa’nın Sınırları”nın yeniden gündeme gelmesini, sadece politik alanın dayattığı sorunlar üzerinden ele almak yerine, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerinin kalıcı, sürdürülebilir, karşılıklı anlamaya, eşdeğer konumların içtenlikli kabulune dayanan yeni bir ilişki biçiminin, gerçek bir işbirliğinin kurulması için fırsat olarak görmektedir.

Büyük ölçüde birbirimize ilişkin önyargıların oluşturduğu ‘bilme’ halinin sıkıcı rahatlığını, bunların yıkımının oluşturduğu yapıcı bir sorgulamanın kültürel ve sanatsal verimliliğine, karşılıklı yaratıcılığın geliştirilmesine, birlikte üretim olanaklarına dönüştürebilir miyiz? Bu forum sayesinde, sınırları sadece farklı ya da uç bölgelerde nitelemek yerine, kendi içimizdeki ‘sınırların’ farkına varabilir, bir ölçüde de olsa görünür kılabilir miyiz?

İlk bakışta farklı ve ‘orijinal’ gelen ‘öteki’nden kimi unsurları üstün körü apartarak, ya da kendi doğal ve yapısal farklılıklarımızı belirli bir süre için kültürel ve sanatsal ‘özgünlük’ veya ‘yaratıcılık’ olarak pazarlayarak kalıcı bir kültürel ve sanatsal işbirliği sağlanabilir mi?
Yoksa bu sadece farklılıkların, bir pazar değeri biçilerek, kendine özgü bir piyasa mekanizması içinde tüketilmesine mi yol açar?

Aslında farklılıklar üzerinden sınırlar belirlemek ve bir öteki tanımlamaktan ziyade, onları kültürel ve sanatsal girişim ve akış bölgeleri olarak değerlendirerek yeni bakış açıları mı geliştirmek gereklidir?

Genelde sınırların, özelde Avrupa’nın sınırlarının eleştirel sorgulanması, elbette bugünden yarına sınırları ve algılarımızı ortadan kaldıracak değil. Ancak Türkiye’ye ve diğer Avrupa ülkelerine, hem kendilerini hem de öteki olarak konumlandırdıklarını daha iyi anlamak, zaman içinde sürekli yeniden tanımlamak fırsatını sağlayacaktır. Ne de olsa zamanla ilişkileri, kavramların ve olguların olduğu gibi insanların ve toplumların da özünü oluşturur.

Önyargılarımızı ve kabullerimizi ceketimizi dışarıda bırakır gibi terkedemeyeceğimize hatta başlangıçta varlıklarını bile kabul edemeyeceğimize göre, bu süreç belirli bir zaman ve işbirliği yapmak için samimi bir irade gerektirir.

Sorulara en az yanıtlar kadar değer veriyoruz. Toplumların birbirleriyle gerçek diyaloğu için öncelikle karşılıklı bilgi edinme ve anlama isteği olmalı, merak uyandırılmalıdır. Politika ve ekonominin bizleri silikleştirdiği, farklı gösterdiği dışarlıklı bakış açılarıyla değil, doğrudan günlük yaşamımızın içinden ilişki kurmanın gerekliliğine inanıyoruz. Kültür sanat alanında çalışan insanların öncelikle en yalın halleriyle, gerçek yaşantıları ve sorunlarıyla birbirlerini tanımalarını istiyoruz.

Bu tür sorgulamalar, gündelik hayatımızın kalbinde yer alan kültürel ve sanatsal ortaklıklarda ve birbirini tanımaktan beraber üretmeye uzanan bir işbirliği yelpazesinde işlev kazanmalıdır.
Karşılıklı anlayışı sağlamanın en etkin yolu ortaklaşa çalışmak ve beraberce üretmekten geçer. Hepinizi, tarih boyunca yaratıcılığın en verimli toprağı olmuş kültürel girişim ve akış bölgelerinde, farklılıklarda buluşmaya, sınırları aşmaya çağırıyoruz. Yeni yaratıcılık olanaklarının, farklı esinlemelerin, bir fırsatçılıktan öte gerçek bir işbirliği içinde doğabileceği yere.